Yıllar (40 yıl kadar) önce üniversiteden bir meslektaşın cenazesine gitmiştim.Yanımda şimdi kendisi de rahmetli olan bir başka meslektaşım vardı. Mezarlıkta, meslektaşım “Bana bak arkadaşım. İşte hayat dediğin budur. Önce arkadaşlarının düğünlerine gidersin. Sonra evliliklerini kutlarsın. Ev ziyaretine gider hayırlarsın. Daha sonra çocukları olursa onları hayırlarsın. Buna benzer olaylar sürer gider. Derken bir haber gelir. Arkadaşın ölmüş. Bu sefer arkadaşıyın cenazesine gidersin. Cenaze namazını kılarsın. Fatiha okur, Allahtan rahmet dilersin.” demişti. 11 yıl önceydi bunu söylemiş olan arkadaşımın cenazesine giderken yukarıda bahsettiğim sözleri aklıma gelmişti. Aslında o sözler gerçekten hiç aklımdan çıkmadı. Ölen bazı arkadaşlar ve hısım, akrabalardan sonra hissiyatımı dile getiren yazılar yazmıştım. Tabi ki, yazılarım isyan yazıları değildi.
Hani Şemsi Tebrizi diyor ya “Herkes ölecek yaştadır.” Bir de şöyle bir söz duymuştum; “Hasta olan değil, sırası gelen ölür”. Ölümle ilgili dini terminolojiye girmeden, gerçek hayata döneyim. Nasıl döneceksem?
Geçen hafta yine bir hemşehrimin eşinin cenazesine gittim. O da benim gibi uzun yıllardır Konyada oturmaktadır. Emeklilikten sonra da memleketlerine dönmediler. Esas anlatmak istediklerime yeni geleceğim. Mezarlıkta Konyadaki abim ile karşılaştım. Yanlış anlaşılmasın. Nüfus kağıdına göre değil. Ama akrabalık kan bağı ile değil, can bağı ile derler ya, öyle bir abi. Mezarlıktan çıkarken o abiye adaşı bir meslektaşını sordum. Onun da cenazesine beraber katılmıştık.
Abinin rahmetlik adaşı ile ilgili anlattıklarından ibretlik dersler çıkarmak lazımdır, diye düşündüm. Konyadaki abim dediğim emekli öğretim üyesinin anlattıklarını sizlerle de paylaşayım. Onun ağzından değil de kendime göre anlatayım. Rahmetlik hoca çok tutumlu birisiydi. Öyle ki hep dolmuş ve belediye otobüsüne binerdi. Kıyafeti mi? Aynı elbiseyi yıllarca giyerdi. Bir arkadaşın deyimiyle yıllarca aynı kostüm içinde görmekten gözlerimiz yorulmuştu. Çalıştığı okulda herkesin arabası var iken, onun arabası yoktu. Sonra malum bizim yerli üretim kuş serisinden bir araba almıştı. Ölmeden birkaç sene önce hacca da gitmişti. Hayret etmiştim. Hacca gittiğine göre maddi imkanı varmış diye düşünmüştüm.
Meğerse eşini çocuklarını alıp bir tatile götürmeyen hoca mülk zengini imiş! Tabi parası da varmış! Elma bahçesinden, ilçesindeki apartmana, Konyadaki mülklerini saymayayım, çok mülkü varmış. Bir gün paraya (!) kıymış 1300 motor, klimasız bir otomobil almış. Ben de aynı günlerde aynı marka ama 1600 motor, klimalı, sıradan bir araba almıştım. Rahmetlik bana söylenmişti. “Ben kuş serisi arabamı damadıma verdim. Kendime göre bir araba aldım. Senin neyine gerek de öyle fazladan para verip klimalı araba aldın.” demişti.
Çok sürmedi amansız bir hastalığa tutuldu. Hakkın rahmetine kavuştu. Öldüğünde abisiyle küs olduğu söyleniyordu. Çocukları mı? Oğlunu akademik çalışma için yurt dışına göndermiş, ama malesef oğlu çalışma yapmamış! Rahmetlik ona çok üzülmüş. (Malum Üstat Necip Fazıl’ı da devlet bilim adamı olsun diye yurt dışına göndermiş, ama... Neyse konumuz bu değil?) Geçen yıl bizim rahmetlik hocanın oğlu da, zaten aniden öldü.
Bir şeyi unuttum. Rahmetlik hoca bir gün oğlunu alır. “Bak oğlum bu elma bahçemiz, buraya çok emek verdim vesaire” der. Oğlu “Baba sat bu bahçeyi” diye cevap verir. Bunu duyunca aklıma bir söz geldi. Hani derler ya, nesilden nesile biri toplar, diğeri dağıtır. Rahmetlik hoca toplamak üzere hayatını sürdürdü. Kötü mü oldu? Elbette değil. Çocukları ve torunları için iyi olmuştur. Ki rahmetlinin eşi, o mal varlığı gelirleri ile hayır yapmaya devam ediyor.
İşte burada sormam gerekir, sizce hayatın anlamı nedir? Çocuklarını alıp dışarda bir lokantaya gitmeden, bir geziye gitmeden, gelirine göre bir hayat standardını tutturmadan yaşamak mıdır? Belki de, villada yaşayacak, daha lüks bir arabaya binecek durumda iken, bir apartman dairesinde oturmak ve iş yerine iki belediye otobüsü değiştirerek gelmek de ne demek? Rahmetlik hoca gerçekten dürüst, görevini hakkıyla yapan, ahlaklı birisiydi. Amma velakin hayata bakış açısı tartışmaya açıktı. Tabi bana göre! Adam hakkıyla çalışmış, yememiş içmemiş, arsa almış, yatırım yapmış ve sonunda ciddi bir mal varlığına ulaşmış. Yani, böyle dediysem de, adam holding sahibi olmuş demiyorum!
Şimdi diyeceksiniz, ölümden başlayıp, mezarlıktan devam edip, bir ölünün arkasından konuşuyorsun! Hayır elbette öyle değil. Malum imamlar, cenaze namazından sonra “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” diye soruyorlar. Ben de cahil cesaretiyle rahmetlinin hayat hikayesini baz alarak bir ders çıkarmaya çalışıyorum! Burada amaç hayatın faniliği, hayatın anlamı gibi konuları bir daha hatırlatmak. Geçmiş bir yaşantıdan ders çıkarıp ufkumuzu ona göre kuralım. Elbette bir yaşantıyı örnek almak yeterli değildir.
Daha kötü örnekler de vardır ki, kesinlikle onlardan uzak durmalıyız. Çalıp, çırpan hırsız insanları unutmayalım. Asalak hayatı yaşayan sülük ve zübük insanları ve onların yaşantılarını da bilmeliyiz. En önemlisi de kul hakkı yiyenleri düşünün! Saf insanların mallarına çökenleri, onların yaşantılarını da unutmayalım. Onlar mı? Tabi, onlar kendilerince iyi (!)yaşarlar. Yaşarlar da acaba huzurları var mıdır? Vicdanları rahat mıdır? Vereceğiniz cevabı duyar gibi oluyorum. “Haramın minası olmaz. Haram yiyen, huzur bulamaz.”
Sonuç bu yazıdan çıkaracağımız ders nedir ki? Sahi nedir? Acaba ders var mıdır? Ben biraz düşüneyim, sizler de...