“Hatıralarda dolaşmak başlıklı yazımı, bu konuyu sevdim. Yazmaya devam.” diyerek bitirmiştim. Bu demektir ki bir şairimizin dediğine yani “Zevk-i Tahattura” devam edeceğim. Zevk-i tahattur da ne demektir? Şairin şiirinin son beytini yazayım, zaten bağlamdan tahattur kelimesinin anlamını çıkarırsınız.
“Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Şu sönen, gölgelenen dünyada.”
Ahmet Haşim (1887 -1933)
Tıpkı gün sonunda sönen, gölgelenen dünya gibi yaşımız kemale erip, ömrümüz tükendikçe, geriye bize kala kala bir hatırlama zevki kalıyor.
Hatırlama zevki iyi hoşta, bunun bize ne faydası var? Sonuçta hatıralarınızla baş başasınız. Hatırlama zevki ve de hatıralar! Geçici bir memnuniyet veya hüzün! Halbuki Fransız yazar Andre Gide (1869-1951) “Hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” diyor. Güzel bir söz! Değil mi?
Ben de hatıra yazmaya devam edip, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaya devam edeyim! Önceki yazımda ilkokul birinci sınıftan hatırladıklarımdan bahsetmiştim. Bu sefer ilkokul ikinci sınıfla ilgili hatırladıklarımı yazmaya çalışayım. Şimdi 1960’lı yılları noktası virgülüne kadar hatırlıyorum ama dün akşam yediğim yemeği hatırlamıyorum desem doktora bile gerek kalmadan millet hemen bir hastalık teşhisi koyar! Bakalım neler hatırlıyormuşum?
Mesela ikinci sınıf öğretmenimiz Aysel Türktan’ı hatırlıyorum. Gerçi bizi okuturken evlendi ve soyadı “Arık” olmuştu. O yıllarda bizler kreş, ana sınıfı gibi okul öncesi eğitim almadığımız için okulu, etrafımızı, arkadaşları ikinci sınıfta daha iyi tanımaya başlamıştık. Malum gelişmeyle birlikte gelişecek olan farkındalık meselesi.
Şimdi desem ki, ben ilkokulda iken öğretmenlerimiz birbirlerine “muallim bey” veya “muallime hanım” diye hitap ederlerdi, buna inanır mısınız? İnanın, gerçekten inanın derim. Bu hitap şeklini bir tarafa bırakayım. Aysel öğretmenimiz bizlere bilgi yüklemeden daha önemli bir şey yaptı. O da bizlere öz güven verdi. O yıllarda susun bakalım, “susuyoruz, çiçek oluyoruz” türünden öğrenciyi pasifleştirme faaliyeti yoktu. Aksine konuşan, soru soran, öz güveni olan birey olmamızın ilk adımları vardı. Bu arada anasınıfı veya ilkokullarda bazı öğretmenlerin kullandığı “çiçek olmak” ifadesi neymiş görelim. “Çiçek olmak sadece genel olarak uslu durun anlamında değil, eller kollar bağlı şekilde oturmak anlamına gelir.” Yani bir bakıma çocukları erken yaşta otoriteye (öğretmene) “itaat başka bir deyişle biat etmeye” şartlandırma yapılıyor gibi bir durum diye düşünebilirsiniz.
İşte ta 1960’lı yıllarda bizim öğretmenlerimiz, bizlerin öğrenme meraklarımızı köreltmezlerdi. Bizleri motive eden, özgür davranmamızı teşvik eden bir öğretmenlik formasyonuna sahiptiler. Şimdi düşünüyorum da o yıllardaki öğretmenlerimiz, sınıf içindeki demokratik davranışlarıyla bizlere demokrasiyi yaşatmışlar. Hem de daha ilkokul sıralarındayken. Belki de o yüzden başta ilkokul arkadaşlarım olmak üzere tüm dönem arkadaşlarım hayatlarında başarılı oldular. Temel eğitimimiz sağlam olunca, o temelin üzerine hayatımızı inşa etmek zor da olsa, arkadaşlarım hep başarılı olmuşlardır.
İlkokul hayatımızda çocukça yaptığımız şeyler yok muydu? Olmaz olur mu? Sonuçta bizler de bir zamanlar çocuktuk! Ne zaman büyüdüysek? Affedersiniz ihtiyarladıysak diyecektim!
Televizyonun bile olmadığı yıllarda çocuk olmayı, çocukluğumuzu nasıl anlatayım? Dahası anlatırım da şimdiki çocuklara acırsınız. Bizim çocukluğumuza imrenirsiniz. İmrenirsiniz deyince eyvah burada koptum. Çocukluğuma gittim. Başka bir deyişle Zevk-i tahattura daldım! Onun için yazımı burada noktalıyorum. Sonraki yazılarımda aynı konuyu yazmaya devam edeyim.ınıfı gibi okul öncesi eğitim almadığımız için okulu, etrafımızı, arkadaşları ikinci sınıfta daha iyi tanımaya başlamıştık. Malum gelişmeyle birlikte gelişecek olan farkındalık meselesi. Şimdi desem ki, ben ilkokulda iken öğretmenlerimiz birbirlerine “muallim bey” veya “muallime hanım” diye hitap ederlerdi, buna inanır mısınız? İnanın, gerçekten inanın derim. Bu hitap şeklini bir tarafa bırakayım. Aysel öğretmenimiz bizlere bilgi yüklemeden daha önemli bir şey yaptı. O da bizlere öz güven verdi. O yıllarda susun bakalım, “susuyoruz, çiçek oluyoruz” türünden öğrenciyi pasifleştirme faaliyeti yoktu. Aksine konuşan, soru soran, öz güveni olan birey olmamızın ilk adımları vardı. Bu arada anasınıfı veya ilkokullarda bazı öğretmenlerin kullandığı “çiçek olmak” ifadesi neymiş görelim. “Çiçek olmak sadece genel olarak uslu durun anlamında değil, eller kollar bağlı şekilde oturmak anlamına gelir.” Yani bir bakıma çocukları erken yaşta otoriteye (öğretmene) “itaat başka bir deyişle biat etmeye” şartlandırma yapılıyor gibi bir durum diye düşünebilirsiniz. İşte ta 1960’lı yıllarda bizim öğretmenlerimiz, bizlerin öğrenme meraklarımızı köreltmezlerdi. Bizleri motive eden, özgür davranmamızı teşvik eden bir öğretmenlik formasyonuna sahiptiler. Şimdi düşünüyorum da o yıllardaki öğretmenlerimiz, sınıf içindeki demokratik davranışlarıyla bizlere demokrasiyi yaşatmışlar. Hem de daha ilkokul sıralarındayken. Belki de o yüzden başta ilkokul arkadaşlarım olmak üzere tüm dönem arkadaşlarım hayatlarında başarılı oldular. Temel eğitimimiz sağlam olunca, o temelin üzerine hayatımızı inşa etmek zor da olsa, arkadaşlarım hep başarılı olmuşlardır. İlkokul hayatımızda çocukça yaptığımız şeyler yok muydu? Olmaz olur mu? Sonuçta bizler de bir zamanlar çocuktuk! Ne zaman büyüdüysek? Affedersiniz ihtiyarladıysak diyecektim! Televizyonun bile olmadığı yıllarda çocuk olmayı, çocukluğumuzu nasıl anlatayım? Dahası anlatırım da şimdiki çocuklara acırsınız. Bizim çocukluğumuza imrenirsiniz. İmrenirsiniz deyince eyvah burada koptum. Çocukluğuma gittim. Başka bir deyişle Zevk-i tahattura daldım! Onun için yazımı burada noktalıyorum. Sonraki yazılarımda aynı konuyu yazmaya devam edeyim.e hitap ederlerdi, buna inanır mısınız? İnanın, gerçekten inanın derim. Bu hitap şeklini bir tarafa bırakayım. Aysel öğretmenimiz bizlere bilgi yüklemeden daha önemli bir şey yaptı. O da bizlere öz güven verdi. O yıllarda susun bakalım, “susuyoruz, çiçek oluyoruz” türünden öğrenciyi pasifleştirme faaliyeti yoktu. Aksine konuşan, soru soran, öz güveni olan birey olmamızın ilk adımları vardı. Bu arada anasınıfı veya ilkokullarda bazı öğretmenlerin kullandığı “çiçek olmak” ifadesi neymiş görelim. “Çiçek olmak sadece genel olarak uslu durun anlamında değil, eller kollar bağlı şekilde oturmak anlamına gelir.” Yani bir bakıma çocukları erken yaşta otoriteye (öğretmene) “itaat başka bir deyişle biat etmeye” şartlandırma yapılıyor gibi bir durum diye düşünebilirsiniz. İşte ta 1960’lı yıllarda bizim öğretmenlerimiz, bizlerin öğrenme meraklarımızı köreltmezlerdi. Bizleri motive eden, özgür davranmamızı teşvik eden bir öğretmenlik formasyonuna sahiptiler. Şimdi düşünüyorum da o yıllardaki öğretmenlerimiz, sınıf içindeki demokratik davranışlarıyla bizlere demokrasiyi yaşatmışlar. Hem de daha ilkokul sıralarındayken. Belki de o yüzden başta ilkokul arkadaşlarım olmak üzere tüm dönem arkadaşlarım hayatlarında başarılı oldular. Te“Zevk-i tahattur” “Hatıralarda dolaşmak başlıklı yazımı, bu konuyu sevdim. Yazmaya devam.” diyerek bitirmiştim. Bu demektir ki bir şairimizin dediğine yani “Zevk-i Tahattura” devam edeceğim. Zevk-i tahattur da ne demektir? Şairin şiirinin son beytini yazayım, zaten bağlamdan tahattur kelimesinin anlamını çıkarırsınız. “Bize bir zevk-i tahattur kaldı Şu sönen, gölgelenen dünyada.” Ahmet Haşim (1887 -1933) Tıpkı gün sonunda sönen, gölgelenen dünya gibi yaşımız kemale erip, ömrümüz tükendikçe, geriye bize kala kala bir hatırlama zevki kalıyor. Hatırlama zevki iyi hoşta, bunun bize ne faydası var? Sonuçta hatıralarınızla baş başasınız. Hatırlama zevki ve de hatıralar! Geçici bir memnuniyet veya hüzün! Halbuki Fransız yazar Andre Gide (1869-1951) “Hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” diyor. Güzel bir söz! Değil mi? Ben de hatıra yazmaya devam edip, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaya devam edeyim! Önceki yazımda ilkokul birinci sınıftan hatırladıklarımdan bahsetmiştim. Bu sefer ilkokul ikinci sınıfla ilgili hatırladıklarımı yazmaya çalışayım. Şimdi 1960’lı yılları noktası virgülüne kadar hatırlıyorum ama dün akşam yediğim yemeği hatırlamıyorum desem doktora bile gerek kalmadan millet hemen bir hastalık teşhisi koyar! Bakalım neler hatırlıyormuşum? Mesela ikinci sınıf öğretmenimiz Aysel Türktan’ı hatırlıyorum. Gerçi bizi okuturken evlendi ve soyadı “Arık” olmuştu. O yıllarda bizler kreş, ana sınıfı gibi okul öncesi eğitim almadığımız için okulu, etrafımızı, arkadaşları ikinci sınıfta daha iyi tanımaya başlamıştık. Malum gelişmeyle birlikte gelişecek olan farkındalık meselesi. Şimdi desem ki, ben ilkokulda iken öğretmenlerimiz birbirlerine “muallim bey” veya “muallime hanım” diye hitap ederlerdi, buna inanır mısınız? İnanın, gerçekten inanın derim. Bu hitap şeklini bir tarafa bırakayım. Aysel öğretmenimiz bizlere bilgi yüklemeden daha önemli bir şey yaptı. O da bizlere öz güven verdi. O yıllarda susun bakalım, “susuyoruz, çiçek oluyoruz” türünden öğrenciyi pasifleştirme faaliyeti yoktu. Aksine konuşan, soru soran, öz güveni olan birey olmamızın ilk adımları vardı. Bu arada anasınıfı veya ilkokullarda bazı öğretmenlerin kullandığı “çiçek olmak” ifadesi neymiş görelim. “Çiçek olmak sadece genel olarak uslu durun anlamında değil, eller kollar bağlı şekilde oturmak anlamına gelir.” Yani bir bakıma çocukları erken yaşta otoriteye (öğretmene) “itaat başka bir deyişle biat etmeye” şartlandırma yapılıyor gibi bir durum diye düşünebilirsiniz. İşte ta 1960’lı yıllarda bizim öğretmenlerimiz, bizlerin öğrenme meraklarımızı köreltmezlerdi. Bizleri motive eden, özgür davranmamızı teşvik eden bir öğretmenlik formasyonuna sahiptiler. Şimdi düşünüyorum da o yıllardaki öğretmenlerimiz, sınıf içindeki demokratik davranışlarıyla bizlere demokrasiyi yaşatmışlar. Hem de daha ilkokul sıralarındayken. Belki de o yüzden başta ilkokul arkadaşlarım olmak üzere tüm dönem arkadaşlarım hayatlarında başarılı oldular. Temel eğitimimiz sağlam olunca, o temelin üzerine hayatımızı inşa etmek zor da olsa, arkadaşlarım hep başarılı olmuşlardır. İlkokul hayatımızda çocukça yaptığımız şeyler yok muydu? Olmaz olur mu? Sonuçta bizler de bir zamanlar çocuktuk! Ne zaman büyüdüysek? Affedersiniz ihtiyarladıysak diyecektim! Televizyonun bile olmadığı yıllarda çocuk olmayı, çocukluğumuzu nasıl anlatayım? Dahası anlatırım da şimdiki çocuklara acırsınız. Bizim çocukluğumuza imrenirsiniz. İmrenirsiniz deyince eyvah burada koptum. Çocukluğuma gittim. Başka bir deyişle Zevk-i tahattura daldım! Onun için yazımı burada noktalıyorum. Sonraki yazılarımda aynı konuyu yazmaya devam edeyim.mel eğitimimiz sağlam olunca, o temelin üzerine hayatımızı inşa etmek zor da olsa, arkadaşlarım hep başarılı olmuşlardır. İlkokul hayatımızda çocukça yaptığımız şeyler yok muydu? Olmaz olur mu? Sonuçta bizler de bir zamanlar çocuktuk! Ne zaman büyüdüysek? Affedersiniz ihtiyarladıysak diyecektim! Televizyonun bile olmadığı yıllarda çocuk olmayı, çocukluğumuzu nasıl anlatayım? Dahası anlatırım da şimdiki çocuklara acırsınız. Bizim çocukluğumuza imrenirsiniz. İmrenirsiniz deyince eyvah burada koptum. Çocukluğuma gittim. Başka bir deyişle Zevk-i tahattura daldım! Onun için yazımı burada noktalıyorum. Sonraki yazılarımda aynı konuyu yazmaya devam edeyim.“Zevk-i tahattur” “Hatıralarda dolaşmak başlıklı yazımı, bu konuyu sevdim. Yazmaya devam.” diyerek bitirmiştim. Bu demektir ki bir şairimizin dediğine yani “Zevk-i Tahattura” devam edeceğim. Zevk-i tahattur da ne demektir? Şairin şiirinin son beytini yazayım, zaten bağlamdan tahattur kelimesinin anlamını çıkarırsınız. “Bize bir zevk-i tahattur kaldı Şu sönen, gölgelenen dünyada.” Ahmet Haşim (1887 -1933) Tıpkı gün sonunda sönen, gölgelenen dünya gibi yaşımız kemale erip, ömrümüz tükendikçe, geriye bize kala kala bir hatırlama zevki kalıyor. Hatırlama zevki iyi hoşta, bunun bize ne faydası var? Sonuçta hatıralarınızla baş başasınız. Hatırlama zevki ve de hatıralar! Geçici bir memnuniyet veya hüzün! Halbuki Fransız yazar Andre Gide (1869-1951) “Hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” diyor. Güzel bir söz! Değil mi? Ben de hatıra yazmaya devam edip, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaya devam edeyim! Önceki yazımda ilkokul birinci sınıftan hatırladıklarımdan bahsetmiştim. Bu sefer ilkokul ikinci sınıfla ilgili hatırladıklarımı yazmaya çalışayım. Şimdi 1960’lı yılları noktası virgülüne kadar hatırlıyorum ama dün akşam yediğim yemeği hatırlamıyorum desem doktora bile gerek kalmadan millet hemen bir hastalık teşhisi koyar! Bakalım neler hatırlıyormuşum? Mesela ikinci sınıf öğretmenimiz Aysel Türktan’ı hatırlıyorum. Gerçi bizi okuturken evlendi ve soyadı “Arık” olmuştu. O yıllarda bizler kreş, ana sınıfı gibi okul öncesi eğitim almadığımız için okulu, etrafımızı, arkadaşları ikinci sınıfta daha iyi tanımaya başlamıştık. Malum gelişmeyle birlikte gelişecek olan farkındalık meselesi. Şimdi desem ki, ben ilkokulda iken öğretmenlerimiz birbirlerine “muallim bey” veya “muallime hanım” diye hitap ederlerdi, buna inanır mısınız? İnanın, gerçekten inanın derim. Bu hitap şeklini bir tarafa bırakayım. Aysel öğretmenimiz bizlere bilgi yüklemeden daha önemli bir şey yaptı. O da bizlere öz güven verdi. O yıllarda susun bakalım, “susuyoruz, çiçek oluyoruz” türünden öğrenciyi pasifleştirme faaliyeti yoktu. Aksine konuşan, soru soran, öz güveni olan birey olmamızın ilk adımları vardı. Bu arada anasınıfı veya ilkokullarda bazı öğretmenlerin kullandığı “çiçek olmak” ifadesi neymiş görelim. “Çiçek olmak sadece genel olarak uslu durun anlamında değil, eller kollar bağlı şekilde oturmak anlamına gelir.” Yani bir bakıma çocukları erken yaşta otoriteye (öğretmene) “itaat başka bir deyişle biat etmeye” şartlandırma yapılıyor gibi bir durum diye düşünebilirsiniz. İşte ta 1960’lı yıllarda bizim öğretmenlerimiz, bizlerin öğrenme meraklarımızı köreltmezlerdi. Bizleri motive eden, özgür davranmamızı teşvik eden bir öğretmenlik formasyonuna sahiptiler. Şimdi düşünüyorum da o yıllardaki öğretmenlerimiz, sınıf içindeki demokratik davranışlarıyla bizlere demokrasiyi yaşatmışlar. Hem de daha ilkokul sıralarındayken. Belki de o yüzden başta ilkokul arkadaşlarım olmak üzere tüm dönem arkadaşlarım hayatlarında başarılı oldular. Temel eğitimimiz sağlam olunca, o temelin üzerine hayatımızı inşa etmek zor da olsa, arkadaşlarım hep başarılı olmuşlardır. İlkokul hayatımızda çocukça yaptığımız şeyler yok muydu? Olmaz olur mu? Sonuçta bizler de bir zamanlar çocuktuk! Ne zaman büyüdüysek? Affedersiniz ihtiyarladıysak diyecektim! Televizyonun bile olmadığı yıllarda çocuk olmayı, çocukluğumuzu nasıl anlatayım? Dahası anlatırım da şimdiki çocuklara acırsınız. Bizim çocukluğumuza imrenirsiniz. İmrenirsiniz deyince eyvah burada koptum. Çocukluğuma gittim. Başka bir deyişle Zevk-i tahattura daldım! Onun için yazımı burada noktalıyorum. Sonraki yazılarımda a