Hayatın inişli çıkışlı yolculuğunda, toplum olarak, neredeyse genetik kodlarımıza işlemiş iki kavram: sabır ve şükür.
Sabır, en basit tanımıyla, zorluğa, acıya veya gecikmeye tahammül etme gücüdür. Ancak bizim toplumsal kodlarımızda sabır, genellikle “eylemsizlik” ile eşanlamlı hale gelmiştir.
İnsanların işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik karşısında “sabretmesi” söylenir.
İş yerinde haksızlığa uğrayan bir çalışana “sabret” deriz. Hak ettiği terfiyi alamayana, mobbinge uğrayana, adaletsiz ücrete mahkum edilene…
Sabırlı ol dendiğinde, çoğu zaman “itaatkâr ol, kaderine razı ol, değiştirmek için uğraşma” denmek istenir.
Bu sabır, patrona, sisteme, ezene karşı sessiz kalmanın dini ve kültürel meşruiyetidir.
Siyasi arenada da durum farklı değildir. Yoksulluk, yolsuzluk, liyakatsizlik, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması karşısında sıklıkla milletin sabrından bahsedilir.
Oysa çoğu zaman bu sabır, pasif bir kabullenmeden, değişim umudunun kaybolmasından, “bir şey değişmeyecek” inancından ibarettir. İnsanlar sabrettiği sürece, düzen aynen işlemeye devam edebilir.
****
Şükür ise çoğu zaman “olanla yetinmek” olarak tanımlanır. Yemek bulduysan şükret, başını sokacak bir evin varsa şükret, sağlığın yerindeyse şükret…
Bu bakış açısı, insanı eldekiyle mutlu olmaya davet eder. Elbette ki şükürdeğerlidir. İnsan, sahip olduklarının kıymetini bilmediğinde sürekli daha fazlasını ister; bu da huzursuzluk doğurur.
Özellikle otoriter kültürlerde şükür, bireyleri sorgulamaktan alıkoyan bir ideolojik aparat haline gelir.
İş bulamayan gençlere “aç değilsin ya, şükret” denir; emekli maaşıyla geçinemeyen yaşlıya “devletin verdiğine razı ol, şükret” telkin edilir. Böylece şükür, bir farkındalık değil, bir boyun eğme öğretisi olarak dayatılır.
Asıl sorun, şükrün “minnettarlık” ile “itaat” arasındaki çizgide kaybolmasıdır.
Minnet, insanı küçültür; farkındalık ise büyütür. Birine sürekli “şükret” demek, aslında ona “daha fazlasını isteme” demektir.
Şükür, sahip olunan nimetlerin kadrini bilmek, minnettarlık duymaktır. Ancak toplumsal pratikte şükür, genellikle “daha azına razı olmak” ve “daha fazlasını talep etmemek” anlamına gelir. “Şükret, daha kötüsü var,” cümlesi, belki de en zehirli, en ilerlemeyi durduran söylemlerden biridir
****
Sabır ve şükür, özellikle İslam kültüründe merkezi kavramlardır. Kur’an’da sabredenlerin mükâfatı sık sık vurgulanır; şükredenlerin nimeti artırılacağı belirtilir. Bu açıdan bakıldığında, sabır ve şükür, manevi bir güç kaynağıdır.
Ne var ki, bu kavramların tarih içinde nasıl kullanıldığı da önemlidir. İktidar sahipleri, çoğu kez dini kavramları kendi otoritelerini pekiştirmek için araçsallaştırmıştır. Yoksul halka “sabredin, şükredin” denirken, zenginlere ve güçlü olanlara farklı ölçütler uygulanmıştır.
Böylece sabır ve şükür, bir adalet aracı olmaktan ziyade, eşitsizliği meşrulaştıran bir söylem haline gelebilmiştir.
****
Sabır ve şükür, ölçüsünde değerlidir. Fazlası, bireyi köleleştirir. Eksikliği ise hırsa ve öfkeye sürükler.
Burada kritik soru şudur: Nerede sabretmeli, nerede isyan etmeli? Nerede şükretmeli, nerede daha fazlasını talep etmeli?
Örneğin, bir öğrenci ders çalışırken sabretmeli; çünkü öğrenme süreci zaman ister. Ama aynı öğrenci, eğitim sistemindeki adaletsizliklere karşı sesini yükseltmeli.
Bir hasta, sağlık sistemindeki aksaklıklardan mustarip olduğunda, “şükret hastaneye ulaşabiliyorsun, doktoru olmayan var” diye teselli edilir.
Bir işçi, asgari ücretle geçinemediğini söylediğinde, “şükret işin var, işsiz olan var” cevabını alır.
Bir işçi, sabırla emeğini üretirken hakkını aramaktan da geri durmamalı. Şükür, insanı sahip olduklarının kıymetini bilmeye yöneltmeli; ama bu, adaletsizliği kabullenmeye dönüşmemeli.
Bu “daha kötüsü” mantığı, her türlü eleştiriyi, memnuniyetsizliği ve iyileştirme çabasını başlamadan bitiren bir silahtır.
Oysa insanlık tarihi, daha kötüsüne razı olmayan, daha iyisini talep eden, bunun için mücadele eden insanlar sayesinde ilerlemiştir. İnsan hakları, demokrasi, sosyal adalet, daha kötüsüne razı olan değil, daha iyisini isteyen insanların eseridir.
“Ekmeğin var, şükret” demek, ekmeğin neden daha adil dağıtılmadığını, neden bazılarının aç olduğunu, ekmeğin kalitesinin neden düşük olduğunu sorgulamanın önünü keser.
Şükür, mevcut durumu mutlaklaştırır ve kutsar. Sahip olduklarımızı şükretmemiz gerektiği fikri, sahip olamadıklarımız veya sahip olmamız gerekenler için mücadele etmemizin önüne geçer.
****
Dışarıdan gelen zorluklara karşı SABRET.
Sahip olduklarına ŞÜKRET.
Bu, modern bir kölelik biçimidir. Zincirler, demirden değil, kültürel ve dini kodlardan örülmüştür. Kişi, özgür iradesiyle, kendi rızasıyla bu tuzağa düşer.
İsyan etmek, şikayet etmek ayıplanır; sabretmek ve şükretmek övülür. Bu durum, iktidar sahipleri (siyasi, ekonomik, sosyal) için biçilmiş kaftandır. Yönetilenler sabırlı ve şükürkâr olduğu sürece, statüko kolayca korunabilir.
Sabır, eylemsizlik değil, stratejik bir bekleyiş olmalıdır. Haksızlık karşısında sabır, sessizce katlanmak değil, hakkını alana kadar yılmadan, usanmadan, akıllıca mücadele etmektir.
Şükür, “daha kötüsü”ne razı olmak değil, sahip olunanların farkında olarak, onları bir başlangıç noktası, bir çıkış rampası olarak görmektir.
Şükür, “Elimde bu var, bunun için minnettarım, ve bunu kullanarak daha iyisini inşa edeceğim” demektir.
****
Sabırla şükür arasında yaşamak, hayatı bir bekleme odasına çevirir. Oysa insan olmanın anlamı, bu pasif varoluşun ötesine geçmektir. Hem içsel bir huzura hem de dışsal bir etkiye sahip olmaktır.
Kişi, ya daha iyi bir geleceğin (sabır) ya da öbür dünyanın hayaliyle avunur, mevcut andaki adaletsizlikleri, eksiklikleri, kusurları görmezden gelir. Bu, hayatı ertelemek, hayattan vazgeçmektir.
Hayat, sabırla şükür arasında sıkıştırılacak kadar dar değildir. Hayat, minnettarlık duyduğumuz nimetleri bir temel olarak görüp, sabrımızı bir stratejiye dönüştürerek, daha adil, daha güzel, daha anlamlı bir dünya inşa etme mücadelesidir.
Bu mücadeleden vazgeçip, iki kutsal kelimenin arasına sığınmak, insanlık onuruna yakışmayan bir teslimiyettir. Bizler, sabreden ve şükreden kullar olmanın ötesinde, dünyayı sorgulayan, dönüştüren ve iyileştiren özneler olmakla yükümlüyüz.
Dünya, sadece sabredip şükredenlerin değil, “yeter artık” diyebilenlerin cesareti sayesinde değişir.